Öfkemden arınamadan (zira küfür etmek gibi şiddet içeren bir yönüm de var ) yapacağım yorumların yapıcı olmayacağını, daha kötüsü ‘onu’ birilerinin gözünde mazlum konumuna getireceğini bildiğim (zaten sizin ideolojiniz belli, adam ne yapsa yaranamıyor vb. Zırvaları) bir araştırma konusudur gökçek. Öfkemi yendikten sonraysa nasılsa geçemeyecek olan tepkiselliğimle yola devam edebilirim.
Gökçek konusuna incelenecek “nesne” olarak öznel şekilde bakıldığında gerçek bir ömür törpüsü iken, nesnel bir bakışla dipsiz bir kuyu gibidir. Taa 94 senesine geri gitmeye zorlayan, sonra da “o kadar olmuş mu be!” Dedirten bir vaka. Bir kere buradan başlamak lazım. Bir belediye başkanı, milletvekili, başbakan, oda başkanı, sekreteri… bu kadar uzun süre ve arka arkaya 3 kez görev yapabilir mi? Başka örnekleri de bolca bulunan bu gerçek (aytaç durak, yılmaz büyükerşen ya da süleyman demirel…) oldukça can sıkıcı, daha da ötesi bu şekilde durum monarşiye dönüşmüş oluyor.. Hele ki tüccar ve iş bitirici mantıkla icraatlarını doğrudan oya tahvil etmeyi (bu konuya bir ara tekrar dönmeli) bu süre zarfında iyice öğrenip yatayda başlattığı nüfuz alanını dikeyde ve derine doğru da sürdürdükçe (kadrolaşmalar, kafa-kol ilişkileri), 12 yıllık bir “alışkanlık” haline gelmesi ve “kanıksanması” işin en vahim yönlerinden birisi. O raddeye geldi ki olay, son genel seçimlerde adamın akp’den miletvekili adayı olması ihtimali hatta yeni bir parti kuracağı söylentileri, azımsanmayacak bir kitle arasında heyecan uyandırdı. Üstelik bu kitle gökçek sempazitanı değil, filleri sürelim de nereye olursa olsun diyen insanlardan oluşmaktaydı.
Bu kadar nefret edeni ya da en azından sevmeyeni olan bir belediye başkanının genelde kıl payı da olsa son üç seçimi alması ve işin korkuncu bu oyları, yaptıklarının takdiri, yapacaklarının da izin belgesi saymasıdır. Bu haddini bilmezliğini ise sivil topluma ve muhalif sözlere önceleri kaba bir tavır takınarak (halen arasıra yaptığı gibi resmen kabadayılıkla) sonra da, yıllar içinde işi öğrendikçe görmezden gelerek cephe alması karşısında sesini çıkarmayan kamuoyundan yüz bulmasına borçludur.
Olaya fevri yaklaşanların (ki kesinlikle anlaşılır nedenlerle) anlamakta güçlük çektiği bir sempati ve sevgi yumağı, gökçek’in pozisyonunu iyice güçlü kılmakta ya da en azından dışarıya verilen görüntü bu şekilde olmaktadır. Biz sinirlenip, eylemler yapıp, imzalar toplayıp, muhalefet ederken o heryere astırdığı posterleri ile meydan okurcasına bize sırıtmaktadır. Artık televizyonlardaki oturumlara tek başına çıkmayı yeğlemekte (bilhassa tgrt, a tv ve ses tv gibi kanalları seçtiğine dikkat çekerim), aleyhinde de konuşulsa cevap hakkını kullanmamakta, adeta egosunu ulaşılamaz bir dağ zirvesine konuşlandırmaya çalışmakta bu yolda kendi ahalisini (o seçmen ya da müşteri gözüyle baksa da) dahi kaale almadan bildiği yolda yürümektedir.
Işin en kötü iki ve üçüncü kısmını da bu oluşturmaktadır. Yani ankara sakinlerinin ciddi bir kısmının esirgemediği bir gökçek sempatisi ve gökçek’in o alaycı tavrı... Ankara girişlerine yapmayı planladığı semazen, nasreddin hoca heykelleri, airbus otel projesi, dünyanın en büyük fıskiyesi projesinden sonra dünyanın en büyük bayrak direğini kale surlarına kondurma sapıklıkları… gökçek dalga mı geçmekte, yoksa ciddi olarak bunları mı hayal etmekte? Bunu bilmek bile güç. Zira dalga geçmek için, yani nedeni pek de belli olmayan bir ironiyle birilerine mesaj vermek için bunları yapmak bir kere kent dışı bir alanda olduğu ikincisi de gereğinden daha masraflı olduğu için saçma gelmekte. Kente kendi imzasını atmak istediğini varsaysak bile bu amaca hizmet eden nice icraatının yanında bunların lafı olmaz. Eğer ciddiyse ne beklemektedir? Ankara giderek taşralaşıp, renksiz, tatsız bir kent halini almaktadır. Parkları dahi ehlileştirilmiş bir faunanın korunmasına hizmet eden, insanı içlerinde birer yolcu, ziyaretçi haline getiren kararlar içermektedir. Sincanda yaptığı ve park projeleri içerisinde en büyüğü olan harikalar diyari denen ucubenin içerisinde sığınılabilecek, dinlenilebilecek bir yer bulmak için gerçek bir azim gerekmektedir. Onun da ötesinde kentin bu kadar dışında böyle bir park alanı sincan ahalisi dışında kalanlar için bir park değil olsa olsa bir piknik alanı olarak anlam kazanabilecekken bu tip bir kullanımın tüm yolları kesilmiştir. Uzatmayım, yani artık kent olmanın gerekliliklerini karşılayamayan bir ankara için yapılacakk tek birşey kalmıştır: orayı dev bir lunaparka çevirmek. Yıllardır kafama takılan ve hem sinirlenip hem eğlendiğim, belli dönemlerde belediye otobüslerinin onlerine, sağa sola asılan “büyük ankara sirki” afişleri de aynı etkiyi verir. Şaka mı, yoksa gerçek mi? Adını büyük ankara sirki koydukları bir kumpanya yılın belli zamanlarında ankara’da gösteri düzenlemekte ve bilhassa gökçek’in karısı tarafından ilgi ve heyecanla takip edilmektedir. Ancak gökçek anlamıştır ki, bu sirk ankara’yı kurtarmaya yetmeyecektir. O halde ankara’yı “büyük bir sirk gibi tasarlamak” en evla olanıdır.
Gökçekvari icraat geleneği artık türkiye sathına yayılmış bir olgu haline gelmiştir. “gökçek istanbul’un başına geçse trafik sorununu ne güzel hallederdi” lafları ve benzerlerine kulak kabartın. Bilmem kaç kavşağa bilmem kaç viyadük projesi ile kadir topbaş’ın yürüdüğü yol da bu değil midir? Gökçeğin fıskiyelerini artık bir çok anadolu kentinde pıtırak gibi görmeye başlamamız bir tesadüf mü? Ankara büyükşehir belediyesi artık bir marka olmuştur ve ankara’nin da bir marka olmasina azami gayret göstermektedir.
Yazımın başında öfkemden dem vurmuş, bundan sıyrılmam gerek demiştim ama şöyle bir gözattım da işte yine hortluyor, sanırım metanetimi daha fazla koruyamayacağım... Bu noktada en iyisi bir ara vermek bu kısmını böylece yollamak. Bakalım yakında yeni bir bölümle devam edecek sabır ve metaneti bulabilecek miyim? Hayırlısı…
(ÖNCE DERİN BİR NEFES ALAYIM...)
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder